KÜLTÜR, TEMEDDÜN VE MEDENİYET

KÜLTÜR, TEMEDDÜN VE MEDENİYET

HABER TARİHİ: 26 Eylül 2019
3027 Kişi okudu

[1]

Kültür, bir toplumun yaşayış biçimidir. Bu yaşayış içinde hayatın getirdiği problemleri aşma becerisi ve getirdiği çözümler bu toplumun kültürünü teşkil eder. Sözgelimi fertler arasındaki anlaşmazlıklar için kabile şefine gidilmesi onun söylediğinin ya da verdiği kararın uygulanması bir çözüm biçimidir. “Kişiler arasındaki anlaşmazlıklar” problemi evrensel bir problem olmakla birlikte bunun kabile şefinin inisiyatifine bırakılmış olması o kabileye özgü bir kültürdür. Başka bir toplumda başka türlü çözülebilir. Aile büyüklerinin oluşturduğu meclise bırakılabilir veya kabilenin en yaşlısına bırakılabilir. Bunların belirlenmesinde kabilenin inancı etkilidir. Söz gelimi inandıkları tanrı ya da tanrıların kabile şefi ile irtibatlarının sıkı olduğu, bu tanrının ruhunun/gölgesinin vs. kabile şefine sirayet ettiği kabul ediliyorsa çözüm makamı da kabile şefidir. Veya kabile şefi değil de inanılan tanrıya yapılan ayinleri yöneten kimseler çözüm merci olabilir. Bunlar toplulukların kültürüdür ve kültür doğrudan inançlardan ve toplumun bu inanca göre yaşıyor olmasından doğar.

[2]

Kabile şefinin davaları çözmesi örneğinden ilerleyelim. Şayet nüfus artar, meseleler çoğalırsa kabile şefi tek başına bu işi yapamaz olacaktır. Bu durum zorunlu olarak başka bir kişinin de anlaşmazlıkların çözümü konusunda görev almasını gerekli kılacaktır. Fakat bu kişi kim olacak ve buna nasıl karar verilecek? İnançlar burada devreye girer ve inançlarda bir tür içtihat gerekli olur. Bu içtihat kaba biçimde “davaları çözme makamı kabile şefi ise artan nüfus ile çoğalan meselelerde görevlendirilecek kişiyi bulma da bir problemdir ve şefe yardımcı olacak kişi ya da kişileri kabile şefi belirler” diye bir akıl yürütme olarak kendisini gösterebilir. Böylesi bir akıl yürütme neticesinde ortaya çıkan “yardımcıları da şefin belirlemesi” kaidesi önceden var olmayan fakat önceki uygulamalarla uyumlu bir karardır. Bu karar kabilenin geleneği içinde bir yenilenme ya da içtihat anlamına gelir. Fakat geleneği yada kabile örfünü bozmamakta aksine geliştirmektedir.

[3]

Hayatın ihtiyaçlarının artması sadece hukuki işlerdeki çözüm arayışlarını değil; yeni nesillerin topluma kazandırılması, yaşanılan yerin bayındır hale getirilmesi, beslenme imkânlarının kontrolü, olası hücumlarda toplumun korunması ve daha birçok alanda sürekli yenilenme ve gelişmeyi gerektirir. Her yenilenme ve genişleme önceki kurallara göre yapılan içtihatlarla mümkün olur ve kabilenin kültürü kendi içinde sürekli gelişir. Bu gelişme ve elbette şartların gereksinimlerine göre yapılan içtihatlar bir bilgi birikimine zemin hazırlar. Bu bilgi birikimi çeşitli meselelerde belli kurumların doğmasını sağlarlar. Yine ilk örneğimize dönersek, kabile şefi bir yardımcı ile de işin içinden çıkamaz olduklarına ve bir topluluk tayin eder. Bu topluluğun işleyişi ya da birlikte nasıl çalışmaları gerektiğine ilişkin bir nevi mevzuat gerekli olur. Ast-üst ilişkileri, görevler ve sorumluluklar belirlenir. Bu topluluğun çalışacağı mekâna gereksinim duyulur. Onların ihtiyacına göre mekân inşa etme işinde o toplumun yapı ustaları devreye girer. Onlar da kendi bilgilerini, o ana kadar mevcut olmayan bir binanın inşasını mümkün kılacak şekilde geliştirmek için kendi mesleklerinde bir nevi içtihada gitmek zorunda kalırlar. Bu mimaride bilgi birikimini mümkün kılar. Diğer taraftan gelecek nesiller içerisinde topluluğun üstlendiği sorumlulukları üstlenecek kişilerin daha yetkin biçimde ortaya çıkabilmesi için genç kuşakların eğitiminde yeni arayışlara başvurulur. Böylelikle kültürün her noktasında giderek bir gelişme açılma ve kurumlaşma söz konusu olur. Bu açılma süreci temeddün/medeniyetleşme olarak isimlendirilir. Geriye dönüp bakıldığında bir toplumun yönetim, hukuk, sanat, eğitim, iktisat ve daha pek çok kurumuyla verdiği manzaranın bütünü o toplumun medeniyetini bizlere gösterir. Kültür geniş bir çarktır ve medeniyet çarkını döndürür. Medeniyetin kurumları toplumun örf ve adetlerinin üst düzeyde geliştirilmiş, sistematik hale getirilmiş bilgisinin ürünüdür. Başka bir deyişle o medeniyetin kurumlarının bilgisi o toplumun örf ve adetlerinden neşet etmektedir.

[4]

Toplumun dışarıya açılması ve başka toplumlarla ticari, siyasi ya da askeri manada temasa geçmesi farklı bir bilgilenme türünü gündeme getirir. Bu dışarıya açılan toplumun kendi iç cevelanının doğurduğu sorunlara içtihat yoluyla geliştirilen bilgiden farklı olarak başka bir toplumu tanımaya başlıyor olmadan ileri gelen bilgilenmedir. Toplumlar arasında bu türden bilgilenmelerin ya da toplumların temeddünleri sırasında birbirleriyle yaptıkları bilgi alış-verişinin o toplumun içtihat geleneği bağlamında nasıl değerlendirileceği önemli bir mesele haline gelir. Meselenin özü, ihtiyaçlar karşısında bu ihtiyacı karşılamak üzere kendi mesleğini daha etkin yapmak isteyen ya da kendi mesleki birikiminde belli bir içtihada gitme durumunda kalan kimsenin, tanımaya başladığı diğer toplumda ya da kültürdeki meslektaşının yapmış olduğu içtihatlardan yararlanıp yararlanamayacağı, ya da bu yararlanmanın o topluma ne getireceğidir.


[5]

Bu soruna tekrar dönmek üzere dikkatlerimizi başka bir noktaya yöneltelim. Batı toplumlarında oldukça yaygın olan heykel sanatlarının İslam toplumlarında hemen hiçbir yerinin olmadığı bilinmektedir. Fakat bu durum Doğu yada İslam toplumlarında taşa ya da mermere şekil verme ile ilgili bir maharetin veya hünerin hiç bulunmadığı anlamına gelmez. Heykel sanatı Müslümanlar arasında yoksa da mezarlık mimarisi, çeşme ve cami süslemeleri gibi örnekler İslam dünyasında da taşa maharetle şekil veren ustaların olduğunu göstermektedir. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: “yapacağı çeşme haziresine şekil verecek bir taş ustasının, bir heykeltıraştan alacağı hiçbir şey yok mudur?” Bu soru ustamızın işini ve işinin geleneğini ayrıca istifade etmek istediği heykeltıraşın işini ve kültürünü ne kadar iyi bildiği ile ilgili olarak cevaplandırılabilir. Çünkü heykeltıraşın heykel yapmasını mümkün kılan bilgi ve teknik, heykeli kutsayan bir kültürün tecrübelerinin, örf ve adetlerinin biçimleştirilmiş veya düzenlenmiş bilgisidir. Heykeltıraş kendi toplumunun evvelki ustalarının tecrübe birikiminin bir araya getirilmiş ve düzenlenmiş halini uygulamaktadır. Bu bakımdan doğudaki usta onun bilgi ve teknikleri içinden ancak kendi işini daha iyi yapmasına imkân verecek kadarını alabilir. Heykeltıraşın bilgi birikimi içinde işine yarayacak olanın ayıklamasını da kendi geleneğine ve ustalarından öğrendiği bilgiye uygunluğu oranında yapar. Kendi tekniklerini, işinin geleneğini, bilgi birikimini ve amacını bilen taş işçisi heykeltıraştan yine bu işi daha yetkin yapmasını sağlayacak kadar istifade eder. Örneğin hangi taşların yontulmasında hangi aletlerin daha kullanışlı olduğu, bu aletlerin nasıl yapılabileceği ve benzeri hususlar bu bağlamda zikredilebilir. Ancak usta heykeltıraştan taşa şekil verme sanatının mana ve kıymetine, toplum içinde taşıdığı anlama, insan üzerinde nasıl etkiler uyandırması gerektiğine ilişkin değer içerikli bilgileri de almaya kalkarsa o zaman kendi sanatını geliştirmek yerine onu bozmaya başlar.

[6]

İlgili örnekteki taş ustasının yerine bir iktisatçı, hukukçu, eğitimci ya da yöneticinin konulması pekâlâ mümkündür. Onlar da ilkece taş ustasının durumundan farklı değildirler ve taş ustasını bağlayan örfe ya da geleneğe ait kurallar bu kimseleri de bağlamaktadır. Bu çerçevede baştaki soruna tekrar dönelim. Bir toplumun üyeleri kendi temeddünlerinde başka bir toplum ya da medeniyetlerden; onların kurumlarının bilgisinden yararlanabilirler mi? İlk elden “kendi inançlarını bu inancın ortaya çıkardığı kültür ve geleneği ayrıca amaçlarını esas kabul ederek, bunları geliştirecek kadar istifade edebilirler; fazlası ise o toplumun kültürünün kaldırmayacağı bir iş olur” demek mümkün görünüyor. Fakat kurumların bilgisi ile o bilgiyi mümkün kılan inanç ya da değerlerin birbiriyle oldukça sıkı bir ilişki içinde olduğu ve değer ile değerin ortaya çıkardığı bilgiyi birbirinden ayırt etmenin her zaman kolay olmadığının bu noktada hatırdan çıkarılmaması gerekir. Temeddünlerini gerçekleştirmekte olan toplumların bireylerinin kendi mesleklerinde evrensel olanla kendi değer dünyasına ait olanı ayırt edebilme becerileri temeddünlerinin özgünlüğünü de belirler.

[7]

Toplumdaki meslek öbekleşmelerini ve aynı meslek erbabının kendi aralarındaki ilişki biçimlerini kaba biçimde bir medeniyet kurumu olarak görmemiz mümkündür. Siyaset, eğitim, ticaret, hukuk, toplumsal yapı, sanat, askeriye ve daha sayılabilecekler belli başlı medeniyet kurumlarıdır. Temeddünde insan topluluğunun her bir kurumu bir maksada hizmet eder. Gelişirken ya da kendisine ait bilgi birikimini artırırken de bu maksadı gözetir. Hal böyle olunca geliştirilen bilginin kullanılması söz konusu maksadın temini sonucunu doğurur. Söz gelimi savaşta savaştığı insan dışındakine zarar vermeme üzerine bir inancı bulunan kimse, savaş aletlerinin yapımına dair zanaati (ya da tekniği) geliştirirken kitle imha silahları üzerine yoğunlaşmaz. Ancak savaşırken diğer insanların ya da canlıların ölmelerine veya çevrenin tahrip olmasına aldırmayan bir değer dünyası rahatlıkla kitle imha silahları geliştirebilir. Ve bu bilgi onun maksadını temin eder. Çünkü kitle imha silahı kullanıldığı anda sadece kendisi ile savaşılanlar değil onlarla birlikte pek çok insan, hayvan ve bitki de can verir, çevre tahrip olur. İşte burada savaştığının dışındakine zarar vermemeye çalışan insanın bu silahın bilgisi ile ilişkisi daima problemli olacaktır. Böyle bir silahın bilgisini (bu bilgiyi üretenlerin bunu paylaşmaya istekli olup olmamaları bir yana) hangi niyetle olursa olsun aynen alıp kullanması kendi değer dünyası ya da temeddünü açısından mümkün görünmemektedir. O kendi temeddünü açısından meseleye bakmak ve sadece düşmanını etkisiz hale getirebilecek savaş aletleri ya da bilgisi üzerine yoğunlaşmalı, bunu yapabilecek bir bilgi arayışına girmelidir.

[8]

Temeddünde insanların inançlarına mütenasip bilgi üretmelerinin zaman ile de yakından ilgili olduğu görülür. Çünkü inanca uygun bilgi arayışı, mevcut bilgilerde içtihatlar, kurumların bu bilgilere göre tasarlanışı kaçınılmaz olarak belli bir istikrarı gerektirir. Ayrıca bu topluluğun dışarıdan herhangi bir müdahaleye uğruyor ya da uğramıyor oluşu temeddünün gelişim seyrini doğrudan belirler. İnançlarına bir biçimde sırt dönmüş, dolayısıyla içtihat yapabileceği kaynaktan olmuş, dışarısının müdahalesine son derece açık ve başka toplumların temeddünlerine ait bilgileri herhangi bir ayıklamaya tabi tutmadan tatbik eden toplumların kendilerine ait bir temeddünlerinden söz edilemez. O toplumlar başka temeddünlerin uydusu mevkine yerleşmiş ya da yerleştirilmiş toplumlardır. Bu bakımdan temeddün için önce tüm bilgilerin kendisi ile içtihat yapılarak geliştirilebileceği bir inanç ve bu inanca uygun gelişmenin sağlanabileceği bağımsızlık ve istikrar hallerinin sağlanması şarttır. İstikrar döneminde bilgi birikir ve temeddünün özgün kurumları meyvelerini verir. İstikrar için bağımsızlık şarttır. Sürekli dış müdahaleye açık bir toplum kendi özgün yetilerini hayata geçiremez. Bağımsızlık bir inanca sahip olmakla mümkün olur. Bağımsızlık için gerekli mücadele azmini bu inanç verir. İnanca duyulan güven ve bağlılık, bu inanca göre yaşanılan hayat toplumun kültürünü var ederken, dış kültürlere karşı mücadele idrakini de besler. Bu mücadele idraki bağımsızlık ve içte istikrarı meydana getirdiğinde temeddün de kendisini göstermeye başlar.

Muhammed Salih İzgöer



ÜYE GİRİŞİ